Anasayfa » 2009 » Temmuz » 30 » Osmanlı Dönemine Kadar Anadolu ve Türkiye Tarihçesi
6:33 PM
Osmanlı Dönemine Kadar Anadolu ve Türkiye Tarihçesi
TARİH ÖNCESİ ÇAĞLARDAN OSMANLI DÖNEMİ SONUNA KADAR
Paleolitik Çağ (M.Ö. 600.000-8000)
İnsanın yavaş yavaş gelişmeye başladığı bu ilk uygarlık çağı Buzul
Devri'ne rastladı. Yarım milyon yılı aşan bu uzun devre boyunca insan
henüz üretime geçmemiş olup, doğada buldukları ile geçinen mağara ve
ağaç kavuklarında barınan doğadaki taşlardan avlanma aletleri yapan
ilkel bir durumdadır.Buzul Dönemi'nin izlerini Anadolu'da da bulmak
mümkündür. Antalya çevresindeki Karain, Beldibi ve Belbaşı Mağaraları
bu dönemin sonlarında (M.Ö 20.000-8000) kullanılmışlardır. Karain,
Beldibi ve Belbaşı'nda bulunan eserlerin bir kısmı Ankara Anadolu
Medeniyetleri Müzesi ile Karain Müzesi'nde sergilenmektedir.
Neolitik Çağ (M.Ö. 8000-5000)
İnsanoğlu bundan 40 bin yıl önce, bugünkü fizik yeteneklerine ulaşmaya
başladığı ve ateş yakmasını da öğrendiği halde uygar denebilecek duruma
ancak on iki bin yıl önce yerleşik hayat şekline geçmesiyle
ulaşabilmiştir. Yerleşik olmak insana mal ve zahire biriktirme
imkanları sağladı. Dünyanın bir çok yerinde bu çağdan kalma küçük
yerleşmeler gün ışığına çıkarılmıştır. Bunlardan en ileri düzeyde olan
ikisi Orta Anadolu'da Konya dolaylarındaki Çatalhöyük yerleşmeleridir.
Çatalhöyük'te insanoğlu daha M.Ö. 7. ve 6. binlerde duvarları renkli
resim ve renkli kabartmalarla kaplı kerpiçten evlerde oturuyor,
odalarını pişmiş topraktan renkli vazolar ve heykelciklerle süslüyordu.
Heykelciklerin büyük bir bölümü çıplak bir tanrı kadını, toprak anayı,
tasvir etmektedir. Duvarcılar ve çeşitli meslek erbabı obsidyandan
yapılmış aletleri kullanıyorlardı, çiftçiler öküzlerle sürdükleri
tarlalarda buğday, arpa ve mercimek yetiştiriyorlardı. İş adamlarının
pişmiş topraktan mühürleri, kadınların cilalanmış obsidienden aynaları
vardı.
Çatalhöyüklüler'in sofralarında ekmek, sebze ve meyveden başka keçi ve
koyun eti de yer alıyordu. Evlerini, evcil hale getirdikleri köpekler
koruyordu. Bu evlerden birinin duvarında patlama halinde bir
yanardağın, muhtemelen Hasan Dağı'nın tasviri bulunuyordu. Bu eser,
sanat tarihinin bu güne kadar bilinen en eski manzara (paysage) resmi
olup, sözü edilen öteki buluntularla Ankara Anadolu Medeniyetleri
Müzesi'nde sergilenmektedir. Müzede ayrıca evlerden birisinin "kült
odası" orjinal şekline yakın hali ile yer almaktadır.
Kalkolitik Çağ (M.Ö. 5000-3000)
Kalkolitik Çağ'da, yani Maden - Taş çağında, Anadolu bir duraklama
dönemi geçirir. Bu iki bin yıl içinde de güzel keramik örneklerine
rastlanırsa da Mısır ve Mezopotamya yanında Anadolu artık geri kalmış
bir ülkedir.
Tunç Çağı (M.Ö.3000-2000)
Bakır, çinko ve kalayın karışımı ile elde edilen tunçtan eserlerin
ortaya çıktığı çağda Anadolu bir ölçüde olsun canlanmaya başlar. Troia
II yerleşmesi erken Tunç Çağı'nın (M.Ö. 3000-2500) Anadolu'daki en
parlak merkezidir; ancak Mısır'da ve Mezopotamya'da yazının
kullanıldığı bir dönemde Anadolu hâlâ geri kalmış durumdadır.
Anadolu 2500 yılı bulan bir duraklamadan sonra ilk önce Orta Tunç
Çağı'nda (M.Ö. 2500-2000) yeniden gelişmeye başlar. Her ne denli yazı
kullanmıyorlarsa da Orta ve Güneydoğu Anadolu'daki Hatti Uygarlığı ile
kuzeybatı Anadolu'daki Troia II yerleşmesi dünya medeniyetinde müstesna
bir yer alırlar.
HATTİ UYGARLlĞl (M.Ö. 2500 - 2000)
Hitit metinlerinde kalıntılarına rastladığımız Hatti dili kendine öz
bir yapıya sahip olup, kendisi ile çağdaş olan dillerden hiç biriyle
benzerlik göstermez.
Hattiler Mezopotamya etkileri taşımakla birlikte sanat ve genellikle
maddi kültür yönünden güçlü bir özgünlük gösterirler. Din, töre,
mitoloji ve sanat bakımından büyük bir varlık sergileyen Hattilerin
etkileri Anadolu'da iki bin yıla yakın bir süre boyunca yaşamıştır.
Nitekim Anadolu M.Ö. 2500 - 700 tarihleri arasında bütün komşuları
tarafından hep Hatti ülkesi adı ile anılmıştır. Yine bu nedenle
Indo-Avrupa kökenli Hititler de bütün tarihleri boyunca yazılı
kaynaklarında Anadolu'yu Hatti Ülkesi olarak anmışlardır. Eski
Testament'deki Cheta (Kheta) ile de Anadolu'da oturan halkın
kastedildiği sonradan, bu yüzyılın basında Boğazköy tabletlerinin
keşfinden ve okunmasından sonra anlaşıldı.
Hatti ülkesi küçük beyliklerden oluşmakta idi. Aynı zamanda en yüksek
rahip sıfatını da taşıyan bu kralcıklar çok özgün sanat eserlerinin
meydana gelmesini sağlamışlardır. Alacahöyük, Horoztepe ve Mahmatlar
gibi Kızılırmak kavsi içindeki bölgelerde bulunmuş olan bu eserler
hayvan şeklindeki tanrıları; boğalar fırtına tanrısını; geyikler onun
karısı olan tanrı kadın Vuruşemu'yu; kral standartları ise evreni
(Universium'u) tasvir etmektedirler. Çoğunlukla bir çift öküz boynuzu
üstünde duran bu evren sembolü, Türkiye'de hâlâ yaşayan bir masalın
"Dünya bir öküzün boynuzları üzerinde durur ve öküz başını salladığında
deprem olur" biçimindeki inancın kaynağı olmak gerektir.
TROİA II YERLEŞMESİ (M.Ö. 2500- 2000)
Orta tunç çağının Anadolu'daki ikinci büyük kültür merkezini yukarıda
da Söylediğimiz gibi Çanakkale'deki Troia 2 yerleşmesi oluşturmaktadır.
Troia'yı ilk kazan Schliemann'ın burada bulduğu ve yanlışlıkla
Priamos'un hazinesi adını verdiği altından kaplar ve çeşitli ziynet
eşyasından oluşup, Berlin Müzesi'ne götürülmüş olan eşsiz eserler ne
yazık ki II. Dünya Savaşı'nda ortadan yok olmuşlardır. Bugün bu ünlü
hazineden sadece İstanbul Müzesinde küçük fakat çok önemli bir bölüm
kalmıştır. Ancak yitirilen altın kapların çok güzel galvanize kopyaları
mevcuttur.
H. Schliemann yaptığı kazılar sırasında Troia II 'yi büyük ölçüde
tahrip etmiş olmakla birlikte bugün kazı yerinde bu yerleşmenin giriş
rampası ve kent duvarı ile büyük megaronların bir bölümü ayakta
durmaktadır.
M.Ö. üçüncü binin sonlarında Kuzey Avrupa'dan sıcak ülkelere doğru
olagelen Indoavrupalı kavimlerin büyük göçü sırasında aynı kökten olan
Hititler, Kafkasya üzerinden Anadolu'ya geldiler. Ancak Hitit
kabilelerinin bu göçü, istiladan çok sızma yolu ile gelişti. O
dönemlerde Hatti beyliklerinin egemenliğinde olan Anadolu'da M.Ö. 2.
binin ilk çeyreğinde Indoavrupalı kökenli beyliklerin de birdenbire yer
aldığını görüyoruz. Giderek Hitit beylikleri çoğalmış ve böylece 1750
sıralarında Anadolu dışardan gelen Hititlerin eline geçerek Hitit
Devleti kurulmuştur.
HİTİT DEVLETİ M.Ö 1750-1200
Yukarıda anlatıldığı üzere Anadolu'ya M.Ö 2000 tarihlerinde gelen Hint
Avrupalı Hititler 1750 tarihlerinde ilk krallıklarını 2. bin
ortalarında ise Hitit Büyük Krallığı'nı (Hitit İmparatorluğnu)
kurdular.
Hititler M.Ö 15 ve 14. yüzyıllarda yakın doğunun en büyük
devletlerinden birini oluşturuyorlardı 13. yüzyılda ise dünya
egemenliğini Mısır İle paylaşıyorlardı.
M.Ö 1875'te Hititlerle Mısırlılar arasında Kadeş'te yapılan büyük
savaşta Hitit kralı Muvattalli o çağın en güçlü vurucu silahı olan atlı
savaş arabalarından 3500 tane kullanarak rakip orduyu bozguna uğrattı.
Hattuşili 4 ile Ramses 2 arasında imzalanan muahedenin Hititce metni
İstanbul arkeoleji müzesinde sergilenmektedir. Bu belge Dünya tarihinin
iki büyük devlet arasında aktedilmiş ilk politik antlaşmasıdır.
Hititlerin ilk merkezlerinden biri olan Kaneş'te (Kayseri yakınındaki
Kültepe'de) M.Ö 18. yy da çivi yazısı kullanılmakta idi . Ayrıca halkın
anlaması için kendi icatları olan hieroglifleri, yani resimli yazıları
da vardı. Böylece Anadolu'da tarihi çağ Mısır ve Mezopotamya'dan 1000
yıl sonra, ilk önce Hititlilerle başlamış bulunuyordu.
Yukarıda Hatti bölümünde Hititlerin Mezopotamyalılar gibi Anadolu'yu
"Hatti ülkesi" adı ile andıklarını ve eski Testamente de zikredilen
Khetaların da bu Hatti adında geldiğini söylemiştik. Hitit dilinin
çözülmesi sırasında filologlar hep Hatti adına rastladıkları için
Hint-Avrupa kökenli olan ve aslında Nesi'ler denmesi gereken bu kavme,
eski Testamenteki deyişten de esinlenerek yanlışlıkla Hitit adını
taktılar. Hititlere İngilizce "The Hitites" Almancada "die Hethister",
Fransızcada "Les Hitites" , İtalyancada " Gli ititi " denmektedir.
Türkçede önceleri "Eti" sözcüğü kullanılıyordu. Şimdi ise Hitit tabiri
yerleşmiş bulunmaktadır.
Hititler, din, mitoloji, töre, örf ve adet ile kültür ve sanatın bütün
alanlarında Hattilerin etkisi altında kalmışlar; birçok tanrı adı ile
ırmak ve kent adlarını da Hattilerden almışlardır. Örneğin Hitit
başkenti Hattuşa'nın aslı Hattice olup Hattuş'tan gelmektedir. 4 büyük
Hitit kralının adı olan Hattuşili de aynı kökten kaynaklanmaktadır.
Büyük oranda Hatti ve Mezopotamya etkileri taşıdığı halde Hitit kültürü
kendine has ilginç bir karakter sergiler. Tapınakları, özgün bir
nitelikte olup, "kent duvarları ise düşmana saldırı imkanına sahip bir
savunma sistemi oluşturmaları bakımından Dünya'da eşsizdirler. Hitit
figüratif sanatı da İkonografi bakımından Mezopotamya etkileri
göstermekle birlikte orijinal ve ilginç bir sitil yaratmıştır.
Hitit ülkesi yakın şarkta kadını önemli sosyal haklara sahip olduğu ve
insan haklarının büyük ölçüde yasa güvencesi altında bulunduğu tek
memleketti.
HURRİ UYGARLIĞI
Aşağı yukarı Hititlerle çağdaş olarak Doğu Anadolu'da egemen olan ve
Hintli bir krallık ailesi tarafından idare edilen Mitanniler Hurrice
konuşuyorlardı. Kendi başına bir tür oluşturan bu dil daha sonra
adlarına 13. Yüzyılın ilk yarısından beri rastlanan Urartular (M.Ö
900-600) tarafından da kullanılmıştır. Hititler 13. yüzyılda da büyük
ölçüde Hurri etkisinde kalmıştır.
Troia 6 Uygarlığı (M.Ö. 1800 - 1275 )
Hitit büyük krallığı ile çağdaş ve üstün düzeyde bir krallık da
Çanakkale'de Troia 6 uygarlığını geliştirmiştir. Myken'lerle akraba
olan bu kavmin meydana getirdiği yerleşme Homeros'un Ilias destanına
sahne olan Ilion kentdir. Troia 6'nın kent duvarı ve megaronları çok
iyi korunmuş olup, Türkiye'nin en değerli ziyaret yerlerinden birini
oluştururlar. Troia kazılarında bulunan önemli keramik eserler İstanbul
Arkeoloji Müzelesi'nde sergilenmektedir.
"Ege Göçü" ve Balkan halklarının Anadolu'yu istilası ( MÖ 1200)
MÖ 1200 tarihlerinde olagelen büyük "Ege Göçü" sonu Balkanlardan gelen
Indoavrupalı kavimler önce Troia 6'yı sonra Hattuşa'yı tahrib ederek bu
iki özgün kültürlü devletin ortadan kalkmalarına neden olmuşlardır.
M.Ö. 1200 den sonra yazı da kullanılmaktan çıkmış, Anadolu bölge bölge
300-400 yıl boyunca kültürden yoksun fakir bir seviyeye düşmüştür.
Troia 7b1 bölümde de bulunan elle yapılmış kaba keramikle Troia 7b2'de
ele geçen Buckelkeramik söz konusu Balkan kavimlerine ait olup İstanbul
Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir.
O. birinci binin ilk yarısında küçük Anadolu Devletleri M.Ö. 2. Binin
ilk çeyreğinde olduğu gibi demir çağında da (M.Ö. 1200-700 ) Anadolu
yarımadası çeşitli topluluklara ait büyüklü küçüklü beyliklerin
idaresinde idi. Güneydoğu Anadolu'da kısmen Suriye'de olmak üzere Geç
Hititler, Doğu Anadolu'da Hurrilerin devamı olan Urartular, Orta
Anadolu'da ise Frygler, Lydialılar ve Güneybatı Anadolu'da Kanalılar,
ve Lykialılar üstün değerde uygarlıklar kurmuşlardır.
Geç Hitit Beylikleri ( M.Ö. 1200 - 700 )
Güneydoğu Anadolu'da ve bugünkü kuzey Suriye'de yerleşik olan Geç
Hititler büyük oranda Anadolu Hitit kültürünü sürdürmüşlerdir. Giderek
Babil, Asur, Aram ve Fenike etkisine girmiş olan Geç Hititler özellikle
8. ve 7. Yüzyıllarda henüz gelişme yolundaki Hellen sanatına büyük
ölçüde etkili olmuşlardır.
Urartu Uygarlığı ( M.Ö. 900-600)
Doğu Anadolu'da Van bölgesinde ve İran'la bugünkü Rusya'da yerleşik
olan Urartular Sami, Hint avrupa ve Hatti dilinden de başka bir dil
olan Hurrice'nin bir lehçesini konuşuyorlardı. Krallıkları 8. yüzyılın
ortalarında kısa bir süre için Suriye kıyılarına dayanan Urartular
özellikle maden işçiliğinde ileri bir düzeyde idiler. Urartu tunç
eserleri Frygia ile Etrüsk kentlerinde bulunmuştur.
FRİGYA UYGARLIĞI (M.Ö 750 - 300)
Frigler Troya 6'nın tahribinden sonra Anadolu'ya gelen Balkan kökenli
kavimlerden biridir. Ancak siyasal bir topluluk olarak ilk defa M.Ö
750'den sonra ortaya çıkmışlar, Midas döneminde ise ( M.Ö 725 - 675 )
bütün Orta ve Güneydoğu Anadolu'ya egemen güçlü bir Krallık seviyesine
ulaşmışlardır. Frigyalılar kısa bir süre içinde Anadolulaşmışlar ve
büyük oranda Geç Hitit ve Hellen etkileri altında kalmış olmakla
birlikte özgün bir kültür oluşturmuşlardır. Friglerin maden ve ağaç
işçiliğinde, dokumacılıkta yarattıkları eserler Helen dünyasına
örneklik yapmıştır. Frigler Helenlere ayrıca müzik alanında esinlenme
kaynağı olmuşlardır.
LİDYA UYGARLIĞI (M.Ö 700 - 300 )
Lidyalıların dili Hint Avrupa kökenli olmakla birlikte M.Ö 2. binden
önceki yerli Anadolu dillerinin unsurlarımda taşır M.Ö 7. yüzyılda İon
kentlerine zaman zaman egemen olmuşlarsa da büyük ölçüde Helen
kültürünün etkisi altında kalmışlardır. Böyle olmakla birlikte yapı
işçiliğinde ise onlara örnek olmuşlardır.
KARYA & LİKYA UYGARLIKLARI (M.Ö 700 - 300)
Lidyalılar gibi Karya ve Likyalılar da büyük ölçüde eski Anadolu
dillerinden unsurlar taşıyan ancak Hint Avrupalı olan bir lehçe
konuşuyorlardı. Karyalılar hakkındaki bilgimiz çok azdır. Buna karşılık
Likyalıların Güney Batı Anadolu'da sağlam olarak ayakta duran fevkalade
güzellikteki kaya mezarları, Türkiye'nin en göz alıcı anıtları arasında
yer alırlar.
İON UYGARLIĞI (M.Ö 1050 - 300)
Eski İzmir kazılarının ortaya koyduğuna göre İon kentleri 1050
sıralarında kurulmuşlardır. 300 yıl boyunca ilkel bir düzeyde tarımcı
topluluklar olarak yaşayan İonlar, 8. yüzyılın ikinci yarısında Mısır,
Fenike, Asur ve Hitit merkezlerinin etkileri ile gelişmeye başlamışlar,
ancak parlak dönemlerinin M.Ö 650 - 545 yıllarında idrak etmişlerdir.
İonların Dünya tarihindeki önemleri özgür düşünce ile özgür bilimsel
araştırmanın ilk önce onların kurdukları kentlerde doğmuş olmasından
ileri gelmektedir. Özellikle Miletos kentinde doğan filozofları, doğayı
ve doğa olaylarını dinsel kurallardan ve boş (batıl) inançlardan
sıyrılmış bir davranışla araştırmaya başladılar. Annesi Helen, babası
Karyalı Hexamyes olan doğa filozofu Thales başta olmak üzere
Anaximondros ve Anaximenes gibi düşünürler. Mısır ve Mezopotamyadan
öğrendikleri bilgilere dayanarak bu yeni özgür davranışla, felsefe,
matematik, geometri ve astronomi gibi müspet ilimlerin İlk temellerini
attılar. Mısır'ı ve Mezopotamya'yı gezmiş olan Thales, o ülkelerde elde
ettiği bilgilerle dünya'da ilk defa bir doğa olayını, M.Ö. 28 Mayıs 585
tarihinde olagelen güneş tutulmasını, önceden hesap etti. Bu bilimsel
tespit ilk adım oldu: İslâm dünyasında Arap, İran ve Türklerin M.S 9.
ve 12. yüzyıllarda geliştirdikleri ilk Rönesans hareketiyle gelişti.
Daha sonra Avrupa'da Rönesans çağında ve özellikle l9. ve 20.
yüzyıllarda oluşturulan, nihayet Ay'a insan gönderme başarısına kadar
uzanan bilimsel araştırmaların ilk adımı oldu.
Bu çağda İonia, şiir ve sanat alanında da Dünya'nın bir numaralı
merkezi idi. Gerçekten Efesos'daki 55 x 110 metre boyutlarındaki
Artemis tapınağı Dünya'da ilk defa olmak üzere tamamıyla mermerden inşa
edili, İon mimarlık düzeni Atina'ya da geçmiş ve sonraları Avrupa'nın
ve Amerika'nın çeşitli dönemlerde tekrar etmekten zevk aldığı bir
mimarlık düzeni olarak 20. yüzyıl başlarına kadar yaşamıştır.
İon mimarlığının güzel ve iyi korunmuş kalıntıları bugün, Bergama,
Sardis, Efes, Priene, Miletos, Didyma, Afhrodisias ve Aizanoi gibi eski
kentlerde bütün güzellikleri ile ayakta durmaktadır. İon sanatının
heykelleri de Türk müzelerinde korunmaktadır. İon vazoculuğu,
Yunanistan'daki yaratıların yanında ikinci plânda kalırsa da
taşıdıkları cana yakın mizah üslubu bakımından eşsizdirler.
PERS EGEMENLİĞİ (M.Ö 545 - 383)
Anadolu 6. yy'ın ortasından Büyük İskender'in Anadolu'ya gelişi ve
Dara'yı 333 tarihinde İssos da yenmesine değin, İran egemenliği altında
kalmıştır. İranlıların bütün Anadolu'yu ele geçirmeleri sonunda İon
uygarlığının dünyadaki öncülüğü son bulmuştur. Ancak bazı İran
satraplarının bağımsız krallar gibi hareket etmeleri nedeniyle M.Ö 5.
yy Sonunda ve 4. yy da özellikle "aryada, Likya'da ve Propontis de
dünya çapında eserler meydana gelmiştir. Bunların en önemlileri
Xanthos'daki Nereidler anıtı ile Bodrum'daki Maussoleum idi. Her iki
anıtın mimarlık ve heykel eserleri şimdi büyük ölçüde British Museum da
olmakla birlikte Bodrum'da da bazı buluntular mevcuttur.
HELLENİSTİK ÇAĞ (M.Ö 333 - 30 )
Büyük İskender'in Anadolu'yu İranlıların alinden alıp Hellen kentlerine
bağımsızlıklarını kazandırması ile Yarımada yeniden dünya sanatında ön
sırada yer aldı. Gerçekten, Assos, Bergama, Magnesia, Efes, Tralleis (
Aydın ) Miletos ve Didyma gibi kentler yine ön plana geçti ve burada
yaratılan mimarlık eserleri büyük ölçüde Roma sanatına da etkili oldu.
ROMA ÇAĞI ( M.Ö 30-M.S 395 )
Romalılar tuğlaları harçla birbirlerine bağlama (perçinleme) yöntemini
geliştirerek inşa ettikleri kemerler, tonozlar ve kubbeler sayesinde
geniş hacimli yapılar ortaya koymuşlar ve böylece tarihin ilk büyük
mühendislik eserlerini yaratmışlardır. İlk önemli eserler Roma da
geliştirilmiş olmakla birlikte, Anadolu da kısa sürede yeni inşa
yönteminin büyük bir başarı ile uygulandığı ülke oldu. Batı ve Güney
Anadolu'da olduğu gibi Yarımadanın içlerindeki birçok yerde de bayındır
kentler gelişti. Bu kentlerin hepsinde Agora, Belediye binası,
Gymnasium, Stadium, Tiyatro, Hamamlar ve Çeşmeler gibi birçoğu
mermerden yapılmış olan anıtsal yapılar yer alıyordu. Yollar da mermer
plakalarla döşeliydi ve iki yanlarında sütunlu revaklar bulunuyordu.
Böylece kentliler yazın güneşten ve tozdan, kışın soğuktan ve çamurdan
korunuyorlardı. Yarımadanın bütün bölgeleri sağlam ve iyi bakımlı
yollar taş köprülerle birbirine bağlanmıştı. Tarihte ilk kez olmak
üzere yollarda mesafeleri gösteren mil taşları da vardı. Özellikle M.S
2. yüzyıl süresince Anadolu dünyanın en bayındır ülkelerinden biri idi
ve kentlerinin konforu ve güzelliği yönünden Roma ile boy ölçüşecek
seviyeye ulaşmıştı. Batı ve Güney Anadolu'da bugün düzinelerce ören
yeri Roma çağındaki durumları ile korunmuş olup, ziyaretçilerin
hayranlıklarını çekmektedirler.
BİZANS UYGARLIĞI (M.S. 330 - 1453 )
Bizans sanatı Roma dönemi sonunda Anadolu'da doğdu. Yarımadanın
kentlerinde M.S. 3. yüzyıl bitiminde Roma sanatı heykelcilikte ve
mimari süslemede yozlaşma evresine girdiği sırada erken Hıristiyanlık
ustaları ona canlılık ve yeni bir anlam kazandırdılar. Diyebiliriz ki,
erken Hıristiyan ve Bizans eserleri geç Roma Sanatının bir tür
expressonist yorumudur. Mimarlıkta ise mekan sorunu bakımından Erken
Hıristiyan ve Bizans sanatı Dünya tarihinde yeni bir aşama ve
gelişmedir.
Anadolu'da Sardis, Efes, Aphrodisias, Hierapolis, Side, Perge, Antakya
gibi kentlerde belirmeye başlayan bu yeni Stil akımının geliştiği ve
olgunluğa ulaştığı merkez, İmparator Konstantin tarafından M.S. 330
sıralarında kurulmuş olan Konstantinopolis kenti, bugünkü İstanbul oldu
Konstantinopolis M.5 330 - 565 tarihleri arasında iki buçuk yüzyıl
boyunca dünyanın en önemli kültür ve sanat merkezi durumuna gelmiştir.
Erken Hıristiyanlık uygarlığı en parlak dönemini İmparator Justinian
(M.S. 527 - 565) devrinde yaşanmıştır. Merkezi kubbeli bir bazilika
olan Aya Sofya (M.S 532 - 539) Bizans sanatının şaheseri olup Dünya
tarihinin en ünlü ve en önemli eserlerinden biridir.
Aya İrini kilisesi (M.S. 6. ve 8. yy ) Efes'deki St. John bazilikası
(Justinian dönemi) ile Maria kilisesi ( M.S. 4. ve 6. yy ) Güney
Anadoluki Alahan kilisesi ( M.S. 5 ve 6 yy ) Bizans dinsel yapılarının
en önemlileri ve en iyi korunmuş olanlarıdır. İstanbul'daki Fethiye
Cami yani St. Mari Pammakaristos (M.S. 1310) Kariye cami yani Chora
kilisesi geç Bizans döneminin hem en iyi korunmuş hem de en güzel
temsilcileri arasında yer alırlar. Bu yapılardaki çok kubbeli örtü ile
3 kat kemerden oluşan duvarların birbirleriyle kaynaşması çok
uyumludur.
İstanbul'daki Tekfur ve Laskaris saraylarının hala ayakta duran bir
bölüm kalıntıları ile yer yer güzel korunmuş olan kent duvarı çok
renkli tuğla işçilikleri ile göz alıcı bir görünüş sergilerler.
Sultan Ahmet'deki büyük Sarayın yer mozaikleri Aya Sofya, Fethiye ve
Chora kiliselerindeki duvar mozaikleri, yüksek nitelikte ve essiz
güzelliktedir . Güney Anadolu'da Finike yakınında bulunmuş olan gümüş
kaplar, daha başka gümüş ve altın eserler Bizans kuyumculuğunun ne
denli yüksek bir düzeyde olduğunun kanıtıdırlar.
SELÇUKLU UYGARLIĞI (M.S. 1071 - 1300)
Tarihte Anadolu'yu bütünü İle ilk iskân edenler, Türkler olmuştur.
Hititler, Frigyalılar ve Yunanlılar kendilerinden önceki öteki kavimler
gibi Yarımadanın ancak bir bölümünde oturmuşlar, İranlılar ( M.Ö 543 -
333 ) ve daha sonra Romalılar ( M.O 30 M.5 395 ) Anadolu'nun bütününü
ellerine geçirmişlerse de ülkede yerleşmemişler, politik idareleri
altında bulundurmuşlardır.
Türkler Anadolu'ya Orta Asya'dan sürekli akınlarla ve göç yolu ile
gelmişlerdir. Türkler hoşgörüye dayanan idareleriyle, büyük bir bölümü
Hint Avrupa kökenli olan Anadolu halklarının sevgisini kazanmışlardır.
Müslümanlığı kabul edenler Türk oluyor, böylece 1071'den başlayarak
Türklerle yerliler kaynaşıyordu. Türkler bu nedenle ülkelerindeki eski
uygarlıkları yalnız kendi millî varlıkları değil aynı zamanda bütün
insanlığın ortak mirası olarak da kabul etmektedirler.
Selçuklular yukarıda İon uygarlığı bölümünde sözü edilen ve İslâm
dünyası içinde M.S. 9 -12 yüzyılda oluşturulan ilk Rönesans hareketinin
anlayışı İçinde yüksek düzeyde bir hoşgörü kültürü geliştirdiler. 13.
yüzyılda Konya'da Mevlana Celaleddin Rumî, değeri özellikle çağımızda
takdir edilen, modern ifadesiyle bir hümanist dünya görüşünü öğretiyor
ve yazıyordu. Hemen her Selçuklu şehrinde bulunan büyük hastanelerde
tıp, rasathanelerde astronomi üzerinde çalışmalar yapılıyordu.
Roma çağında olduğu gibi Selçuklular Anadolu'nun sıradağlarla ve
değişik iklimlerle birbirlerinden ayrılmış olan bölgelerini sağlam,
bakımlı yollar ve taş köprülerle bağlamışlardı. Üstelik ticaret
kervanları Selçuk döneminde her biri göz alıcı güzel birer mimarlık
eseri olan kervansaraylarda konaklayabiliyorlardı.
Selçuklular, Arap ve İran sanat ve kültüründen büyük ölçüde
esinlenmekle birlikte kendilerine has orijinal bir uygarlık
geliştirdiler. Selçuk sanatının özgünlüğünü anavatanlarından
getirdikleri Orat Asya'lı öğeler oluşturmaktadır. Türbeler, Türk
çadırının taş yapılara dönüştürülmüş anıtsal yorumudur. Çinicilik,
maden ağaç işçiliği, minyatür sanatı önemli oranda Orat Asya etkileri
taşır. Eğri yontma tekniği, kökeni İskitlere kadar giden bir Orta Asya
çalışma yöntemidir.
Selçuklular kervansaraylarda olduğu gibi cami, türbe ve medrese
yapılarına da Anadolu'nun iklimine uygun hacim ve mekanlar
kazandırdılar. İran kökenli eyvanların yani anıtsal giriş kapılarının
mimarlık süsleri Türk sanatının en cazip ve özgün yanlarından biridir.
Gerek bu yüksek giriş kapıları, gerekse onların süsleme öğeleri, Gotik
kiliselerini anımsatırlar. Kuzey Avrupa'da görülen tuğlalarla inşa
edilmiş Gotik mimarlık yapıları Selçuk kökenli olup, oralarda Haçlı
seferleri sonunda moda olmuşlardır. Konya, Kayseri, Niğde, Sivas,
Divriği, Amasya, Urfa, Malatya gibi şehirlerde bakılmaya doyulmayacak
Selçuk yapıları bulunmaktadır. Selçuklu sanatı Anadolu'da, kendine has
özellikleri yansıtan çini, ahşap, maden türlerinin Seçkin örnekleriyle
yer almaktadır.'
OSMANLI DEVLETİ ( 1299- 1923)
Anadolu, İslam dünyasının altı yüzyıl boyunca önderliğini yapmış
bulunan büyük Osmanlı imparatorluğunun güç kaynağını oluşturmuştu.
Osmanlılar, Selçuklu Türklerinin kültürünü ve sanatını geliştirerek ona
yeni boyutlar kazandırdılar. Mimarlık konusunda Bizans sanatından da
esinlenerek yaptıkları yeni atılım ve aşamalarla sanat tarihine en
özgün mimarilerden birini kazandırdılar.
Türk yapı sanatı Selçuklu dönemindeki dağınık hacimlerden toplu bir
mekana doğru bir gelişme göstermiştir. Gerçekten Türk mimarlığında
Konya'daki Selçuk medreseleri, Karatay ve ince minareli eserlerinden,
Şehzade ve Selimiye camilerine kadar üç yüzyıl içinde adım adım toplu
ve bir kubbe örtüsü altına alınmış yapı tipine doğru ilerleyen bir
evrim geliştirilmiştir.
Bursa'daki Yeşil camide (1424) iki büyükçe kubbe altına toplanmıştır.
Ne var ki bu iki kubbe arasında oldukça ağır bir duvarın bulunuşu iç
alanı kesin olarak ikiye bölmüştür. Böyle olmakla birlikte ne de olsa
bu çözüm mekan bütünlüğüne doğru atılan ilk adımdı. Nitekim bir süre
sonra, İstanbul'da Rumî Mehmet Paşa Camii (1471) ile Çemberlitaş
civarındaki Atik Ali Paşa Cami'nde (1497) güney yöndeki kubbe, yarım
kubbeye çevrilerek Yeşil Cami'de görülen duvarlar kaldırılmış ve
böylece birbirinden ayrık iki oda yerine, bir tek iç alan elde
edilmiştir. Aslında bu yeni plânda iki kubbelik iç alan bir buçuk
kubbelik iç alana inmiş, yani hacim küçülmüş, ancak buna karşılık mekan
bütünlüğü sağlanmıştır. Bu ikinci önemli adımdı.
Sinan işbaşına geldiğinde Türk yapı sanatını bu gelişme çizgisinde
buldu ve bu evrimi son aşamasına ulaştırdı. Bayezit Cami'nin biri
güneyde, öteki kuzeyde olan iki yarım kubbesine karşılık Şehzade
Cami'nde (1548) her dört yönde birer tane olmak üzere dört yarım kubbe
görüyoruz. Böylece o güne kadar batı ve doğu yönlerde büyük kubbenin
örtü alanı dışında kalmış olan bölümlerde aynı mekan bütünlüğü içine
alınmış oldu.
Kendisinden sonra gelen Türk mimarlarının ele aldıkları cami tipine
bakarsak, onların Şehzade'yi Sinan'ın en önemli eseri saydıklarını
söyleyebiliriz. Çünkü, Sultan Ahmet (1616) Yeni Cami (1663) ve Fatih
Cami (1771) gibi eserler Şehzade Cami'nin plân ve tip bakımından birer
tekrarıdırlar. Böylece Sinan'ın çıraklık eseri, Türk mimarlığının
klâsik örneği olmuştur. Ancak Süleymaniye ve Selimiye o kadar eşsiz ve
bir defalık anıtlardır ki , onları kopya etmek gücünü hiçbir mimar göze
alamamış ve mekan bütünlüğü bakımından güdülen amacı yeterince sağlayan
Şehzade tipini örnek almayı tercih etmişlerdir.
Sinan, Selimiye ile merkezi yapı tipinin Dünyadaki en başarılı, en
uyumlu örneğini ortaya koymuştur. Mimar Sinan'ın, Selimiye'de yapıyı
taşıyan ayakları dörtten sekize çoğaltıp eserini dört yanlı olmaktan
çıkarması ve onu her yönden aynı şekilde görünen bir anıt haline sokmuş
olması eşsiz bir başarıdır. Sinan Şehzade ve Süleymaniye'de, bunu
istediğince gerçekleştirememişti. Cami'ni dört minaresi de kitleler
arasındaki uyumu destekliyorlar. Onlar kat kat aşağıya doğru genişleyen
ve yayılan gövdenin meyilli ve yuvarlak kitlelerini destek ayakları
üzerindeki küçük kubbeciklerle birlikte toplayarak göklere çıkarır
gibidirler. Selimiye iç ve dış görünüşündeki uyum mükemmelliği, göklere
uzanan güzel ve etkili silueti ile Türk yapı sanatının doruğunda ve
başlıca dünya şaheserlerinin arasında yer almaktadır.
Osmanlı mimaları, türbe medrese, kütüphane, köşk, konak, saray, hamam,
iş hanı ve özellikle su kemeri ve köprü inşasında hem mimarlık hem de
mühendislik bakımından eşsiz eserler ortaya koyuyordu. Yalılar dünya
sanatının en cazip yapıları arasında yer alırlar.
Osmanlı minyatür sanatı, işlediği günlük ve tarihi konular bakımından öteki şark minyatürcülüğünden değişik bir anlam taşır.